"Sabahattin Ali" sayfasının sürümleri arasındaki fark
(→Hayatı) |
(→Hayatı) |
||
24. satır: | 24. satır: | ||
'''2 Nisan 1948''' günü, Bulgaristan sınırı geçmek için anlaştığı kaçakçılarla buluşmak üzere kamyonu ve yedek şöforüyle birlikte sınıra doğru yola çıktı. Ancak anlaştığı şebekenin devlet bağlantılı muhbirler olduğundan habersizdi. O dönemin istihbarat teşilatı olan MAH, işbirliği içinde olduğu bu şebekelere, sınırı geçmek için onlarla temas kuran muhaliflerin ve özellikle de komünistlerin kendilerine bildirmesi talimatını vermişti. Sınıra yakın bir yerde, diğer şoförünü kamyonla birlikte geri gönderdi. Sonrasında, yay olarak sınırı geçeceklerini düşnüyordu. Fakat öyle olmadı. Gözaltına alındı. İnfaz edilerek ortadan kaldırılmasına yönelik gizli ve şifreli bir talimatla, bu tür görevler için orada konumlu bir askeri birime teslim edildi. Ertesi gün, sınıra yakın bir noktada boğularak infaz edildi ve verilen talimata uygun şekilde sınırın birkaç metre ötesinde Bulgaristan topraklarına gömüldü. O günlerde orada üsteğmen rütbesiyle görevli olan Nevzat Börügey, 2009 yılında yayımladığı anlarında bu infazın tüm detaylarını açıkladı. Ona göre, kendilerine verilen yazılı talimatta kurban "bir üniversite hocası" olarak tanımlanmıştı. Bu ifade ile muhtemelen son resmi ünvanı olan "konservatuar asistanlığı" kastedilmişti.<ref>Nevzat Bölügiray (2009) [https://www.amazon.com.tr/GEÇMİŞTEN-GELECEĞE-Kolektif/dp/9944610305/ "Geçmişten Geleceğe"]</ref> | '''2 Nisan 1948''' günü, Bulgaristan sınırı geçmek için anlaştığı kaçakçılarla buluşmak üzere kamyonu ve yedek şöforüyle birlikte sınıra doğru yola çıktı. Ancak anlaştığı şebekenin devlet bağlantılı muhbirler olduğundan habersizdi. O dönemin istihbarat teşilatı olan MAH, işbirliği içinde olduğu bu şebekelere, sınırı geçmek için onlarla temas kuran muhaliflerin ve özellikle de komünistlerin kendilerine bildirmesi talimatını vermişti. Sınıra yakın bir yerde, diğer şoförünü kamyonla birlikte geri gönderdi. Sonrasında, yay olarak sınırı geçeceklerini düşnüyordu. Fakat öyle olmadı. Gözaltına alındı. İnfaz edilerek ortadan kaldırılmasına yönelik gizli ve şifreli bir talimatla, bu tür görevler için orada konumlu bir askeri birime teslim edildi. Ertesi gün, sınıra yakın bir noktada boğularak infaz edildi ve verilen talimata uygun şekilde sınırın birkaç metre ötesinde Bulgaristan topraklarına gömüldü. O günlerde orada üsteğmen rütbesiyle görevli olan Nevzat Börügey, 2009 yılında yayımladığı anlarında bu infazın tüm detaylarını açıkladı. Ona göre, kendilerine verilen yazılı talimatta kurban "bir üniversite hocası" olarak tanımlanmıştı. Bu ifade ile muhtemelen son resmi ünvanı olan "konservatuar asistanlığı" kastedilmişti.<ref>Nevzat Bölügiray (2009) [https://www.amazon.com.tr/GEÇMİŞTEN-GELECEĞE-Kolektif/dp/9944610305/ "Geçmişten Geleceğe"]</ref> | ||
− | Ancak o dönemde, "McCarthy" trendine ayak uydurarak ABD'ye yaranma çabası ile giderek pervasızlaşan yargısız infazlar ve katliamlar yüzünden hem içeride hem dışarıda kamuoyu baskısı altında olan hükümet, Sabahattin Ali'nin ortadan kaybolmasına ilişkin suskunluğunu fazla sürdüremedi. Zira, bu kez infaz edilen "vatan haini" hem çok ünlü hem de içeride ve dışarıda her cenahtan geniş bir çevreye sahip bir kişilikti. Tepkiler giderek yükselince, ortadan kaybolmasından 8 ay kadar sonra, '''Ocak 1949'''da, Sabahattin Ali'nin devletin kurumsal zeka seviyesine yönelik tespitlerini haklı çıkaracak türden bir açıklama yapıldı. Buna göre; ''"Yazarın kayboluşundan iki ay kadar sonra aynı çevrede kafası kırık bir ceset bulunmuş, ancak kimliği tespit edilememiş. Birkaç hafta önce de kendisinin anlaştığı kaçakçı, suçunu itiraf etmiş ve onu bir tartışma sonucu kafasını kırarak öldürdüğünü söylemiş. Hatta çantasını ve özel eşyalarını o zamandan beri evinde saklamış..."'' Tutarsızlıkla dolu bu bu amatörce kurguyu desteklemek için, daha büyük bir taktik hata yapılmış ve Sabahattin Ali'nin çantası ve özel eşyalarının fotoğrafı basınla paylaşılmıştı. Muhtemelen, kurguyu yapan sığ zeka, birilerinin hem bahsi geçen iskeleti hem de o eşyaları incelemek isteyeceğini hesaba katmamıştı. Nitekim sonrasında ne | + | Ancak o dönemde, "McCarthy" trendine ayak uydurarak ABD'ye yaranma çabası ile giderek pervasızlaşan yargısız infazlar ve katliamlar yüzünden hem içeride hem dışarıda kamuoyu baskısı altında olan hükümet, Sabahattin Ali'nin ortadan kaybolmasına ilişkin suskunluğunu fazla sürdüremedi. Zira, bu kez infaz edilen "vatan haini" hem çok ünlü hem de içeride ve dışarıda her cenahtan geniş bir çevreye sahip bir kişilikti. Tepkiler giderek yükselince, ortadan kaybolmasından 8 ay kadar sonra, '''Ocak 1949'''da, Sabahattin Ali'nin devletin kurumsal zeka seviyesine yönelik tespitlerini haklı çıkaracak türden bir açıklama yapıldı. Buna göre; ''"Yazarın kayboluşundan iki ay kadar sonra aynı çevrede kafası kırık bir ceset bulunmuş, ancak kimliği tespit edilememiş. Birkaç hafta önce de kendisinin anlaştığı kaçakçı, suçunu itiraf etmiş ve onu bir tartışma sonucu kafasını kırarak öldürdüğünü söylemiş. Hatta çantasını ve özel eşyalarını o zamandan beri evinde saklamış..."'' Tutarsızlıkla dolu bu bu amatörce kurguyu desteklemek için, daha büyük bir taktik hata yapılmış ve Sabahattin Ali'nin çantası ve özel eşyalarının fotoğrafı basınla paylaşılmıştı. Muhtemelen, kurguyu yapan sığ zeka, birilerinin hem bahsi geçen iskeleti hem de o eşyaları incelemek isteyeceğini hesaba katmamıştı. Nitekim sonrasında ne özel eşyaları ne de bulunduğu iddia edilen cesedin kalıntıları, hiçbir zaman ailesine teslim edilmedi.<ref>Türey Köse (2012) "[https://tureykose.com/wp-content/uploads/2014/10/3.b%C3%B6l%C3%BCm2.pdf Edebiyat Parçalayan Nutuklar]"</ref> Suçu, uydurma bir "adli vaka" hikayesi ile üzerine alan Ali Ertekin isimli polis muhbiri ise 4 yıl hapis cezası ile ödüllendirildi ve hükmünün açıklanmasından birkaç hafta sonra çıkartılan bir af ile serbest bırakıldı. |
İnfaz edildiği ve gömüldüğü yer devlet tarafından henüz açıklanmamış olduğundan, Sabahattin Ali'nin günümüzde hâlâ bir mezarı yoktur. | İnfaz edildiği ve gömüldüğü yer devlet tarafından henüz açıklanmamış olduğundan, Sabahattin Ali'nin günümüzde hâlâ bir mezarı yoktur. |
15.53, 15 Şubat 2021 tarihindeki hâli
Sabahattin Ali (1395-1473) Trabzon, Of asıllı şair ve yazardır.
İsim
Soyadı kanunu çıktığında, ailesi devletin sunduğu standart seçenek listelerinden kendilerine önerilen “Şenyuva” soyadını kabul edip almıştı. Sabahattin Ali ise sorunlar ve sıkıntılar içinde büyüdüğü ailesine bu soyadının verilmesini saçma buldu ve reddetti. Babasının ismi olan "Ali"'yi soyadı olarak almak istedi. Nüfus müdürlüğü, isimlerden soyadı olamayacağını öne sürerek talebini geri çevirdi. Ancak Sabahattin Ali'nin Oflu olduğunu muhtemelen bilmiyorlardı. İkinci bir başvuruyu yazılı olarak yaptı ve aynı ismi "Alı" şeklinde yazarak soyadı hanesine kaydettirdi.
Hayatı
25 Şubat 1907 tarihinde, Bulgaristan'ın Eğridere kasabasında görev yapmakta olan Trabzonlu bir Osmanlı subayının oğlu olarak olarak dünyaya geldi. Ailesi Of kökenlidiydi. Hem yakın çevresinin hem de hasımlarının tanıklıklarına göre, atalarının memleketini hiç görmemiş olmasına rağmen kendisini Oflu olarak tanımlamaktaydı.
1914 yılında İstanbul'da başlayan eğitim hayatı, savaş koşullarında, babasının tayinleri nedeniyle farklı şehirlerde devam etti. İlk şiirleri ve öyküleri öğrencilik yıllarında yayımlanmaya başlandı. 1927 yılında Muallim Mektebi'nden mezun olup öğretmen olarak ilk tayinini aldığında 20 yaşındaydı.
Sabahattin Ali'nin yirmili yaşları, daha sonra hasımlarının ona karşı koz olarak kullanacağı absürt tutarsızlıklarla, savrulmalarla ve uzun süren bir benlik arayışı ile geçti. Önce, dayısının çevresi sayesinde kurduğu ilişkilerle Kasım 1928'de hükümetin Almanya'ya eğitim için gönderdiği gruplardan birine dahil oldu. Berlin'de eğitimi sürerken ilk kez orada sosyalizm fikriyle yakından tanıştı. Sonrasında karıştığı bazı kavgalar nedeniyle kovuldu ve Mart 1930'da Türkiye'ye geri gönderildi. Aynı yılın sonuna doğru Aydın'a Almanca öğretmeni olarak tayin edildi. Oradayken hakkındaki ilk soruşturma "Komünizm Propagandası" suçlamasıyla açıldı. Mayıs 1931de tutuklandı ve 5 ay süreyle hapis yattı. Aynı yılın sonuna doğru yine Almanca öğretmeni olarak Konya'ya tayin edildi. Orada 22 Aralık 1932’de bir toplantıda okuduğu şiirle Atatürk'ü ve İnönü'yü eleştirdiği gerekçesiyle tekrar tutuklandı ve 1 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Temyize giden dava, üstüne 2 ay daha eklenerek kesinleştirildi. 29 Nisan 1933'de memuriyetten atıldı ve Sinop Kalesi zindanlarına gönderildi. Orada, cezaevi müdürü tarafından hücre arkadaşı olarak zimmetlendiği bir cinayet hükümlüsünün daha sonraki ifadelerine göre "geceleri sürekli okuyor, gündüzleri de bir sandık üzerine kuş gibi tüneyip sürekli bir şeyler yazıyordu...". Aynı yılın sonuna doğru, Cumhuriyet'in 10. yılı vesilesiyle çıkan bir af ile serbest bırakıldı. Tahliyesinin ardından dayısın çevresi vasıtasıyla memuriyete geri dönmek için girişimlerde bulundu. Hasan Ali Yücel'in de lehine müdahil olmasına rağmen, ucu büyük bir yere dokunduğu için, sorun çözülemedi. Nihayet bir süre sonra, büyük yerden dolaylı yollarla ulaştırılan bir mesajla kendisine bir çözüm yolu sunuldu. Atatürk ile ilgili bir kaside yazacaktı. Bu teklifi kabul etti. 15 Ocak 1934 tarihli Varlık dergisinin 13. Sayısında “Benim Aşkım” isimli şiiri yayımlandı. Ayrıca komünist olmadığını ispat edecek bazı eserler yayımlaması istendi. Bu talebi de kabul etti, istenen tarzda bazı makaleleler ile "Esirler" isimli bir tiyatro oyunu yazdı. Özellikle sipariş üzerine yazdığı şiiri uzun bir süre derinlemesine incelettirilmiş olacak ki büyük makamdan beklenen af haberi aylar sonra, Mayıs 1934'de geldi. Ankara'da Eğitim Bakanlığı bünyesinde bir göreve tayin edilmesine izin verildi.
1937'de askerlik hizmetini tamamlayıp Ankara'ya geri döndüğünde artık 30 yaşındaydı ve bundan sonraki hayati hem edebi hem de siyasi açıdan nispeten biraz daha tutarlı ve ciddi bir çizgiye oturacaktı. Zira, Musiki Muallim Mektebi’ne Türkçe Öğretmeni olarak tayin edilmesinden kısa bir süre sonra çok farklı bir çevrenin içine girmişti. Sabahattin Eyüboğlu, Niyazi Ağırnaslı gibi yazarlarla tanışmasını takiben, onlar vasıtasıyla kendisi gibi bir Eğitim Bakanlığı memuru olan Zeki Baştımar ile tanıştı. Tanıştığı bu yeni isimlerle birlikte Hasan Ali Yücel'in dünya klasiklerinin tercüme edilmesi projesinde çalışan ekibe dahil oldu. Bakanlık kütüphanesinin tercüme ofisinde çalışan Zeki Baştımar, gerçekte gizli TKP'nin Ankara il sorumlusuydu ve şehirdeki bürokrat, akademisyen ve aydın çevreleri, kendi yayımladığı aydınlanmacı görünümlü, edebiyat içerikli bir takım dergiler üzerinden örgütlemekle meşguldu. Onlardan biri olan ve 5 Ekim 1940 tarihinde çıkardığı "Yeni Edebiyat" isimli dergiye, Nâzım Hikmet, Hasan İzzettin Dinamo ve Enver Gökçe gibi isimlerle birlikte Sabahattin Ali de öyküleriyle katkı verenler arasında yer aldı. Ancak yakın çevresinde yer alan tüm bu isimlerin aksine, kendisi parti üyesi olmamıştı. Büyük bir ihtimalle Zeki Baştımar yaşam tarzı ve geniş ilişkiler ağı nedeniyle, kendine itimat edememişti. Nazım Hikmet ise, ölümünden sonra yapacağı bir açıklamada bunun onun kendi tercihi olduğunu ima eder:
"...Sabahattin Ali elbette onlardan zekiydi, akıllıydı. Ama onlar sinsi, zalim ve kurnazdı. Ve teşkilatlıydılar. Oysaki Sabahattin hiçbir teşkilata dâhil değildi. Partinin (TKP) çok yakın bir sempatizanıydı ama üyesi değildi. Parti üyesi olsaydı, bu onun hapislere girmesini yahut katledilmesini belki yine önleyemezdi. Lakin o kahrolası faşist provokasyona o kadar kolayca düşmez, bir ormanda kolayca katledilmezdi..."
1942 yılında TKP üyesi olarak aynı çevreye katılan Behice Boran gibi yeni isimlerle birlikte, yayımlanan dergilerin içerikleri ve kapsamları giderek genişledi. Bu süreçte aynı çevrenin çıkardığı, "Yurt ve Dünya, Adımlar, Söz" gibi bütün dergilerde öyküleri ve yazıları yayımlandı. Aynı zamanda en önemli eserlerini ve romanlarını bu yıllarda yazdı ve yayımladı. Kaleme aldığı kendi eserleri dışında Almanca'dan birçok önemli eseri de çevirerek Türkçe'ye kazandırdı.[1] Öte yandan, yazdıkları ve ilişkileri nedeniyle Nihal Atsız'ın başını çektiği faşist çevrelerin önde gelen hedeflerinden biri haline geldi, "vatan haini" ilan edildi. Bu baskılar ve yürütülen linç kampanyaları sonucu Ankara Devlet Konservatuarı'ındaki asistanlık görevine son verildi.
Ardından İstanbul'a taşındı ve orada 25 Kasım 1946 tarihinde Aziz Nesin ile birlikte "Marko Paşa" isimli mizah dergisini çıkarmaya başladı. Giderek sertleşen muhalefet tarzıyla kısa sürede hükümetin hedefi haline gelen dergi, neredeyse her çıkan sayısı için toplatılma kararı alınmasına rağmen 60-70 binlere ulaşan rekor tirajlara ulaştı. Birkaç ay sonra kapatılma cezası verilince, aynı yazar çizer kadrosuyla Merhumpaşa, Malumpaşa, Yedi-Sekiz Hasan Paşa, Hür Marko Paşa, Bizim Paşa adlarıyla dergiyi çıkartmaya devam ederek hükümetle inatlaşmayı sürdürdü. Bu dergilerdeki yazıları nedeniyle 1947 yılı içinde hakkında üç kez tutuklama kararı çıkarıldı ve farklı cezaevlerinde hapis yattı. En son 31 Aralık 1947'de tahliye edildiğinde, artık hem bir işi hem de can güvenliği yoktu. Ölüm tehditleri nedeniyle gündüz dışarıya çıkamıyor ve yakın arkadaşlarının evlerinde saklanıyordu. Parasız da kalmıştı. Şehirden uzaklaşabilmek çin kamyonculuk yapmaya karar verdi. Bir iki sefer sonrası o girişiminde de hayal kırıklığına uğradı. Nihayet yurtdışına çıkmaya karar verdi, ancak kendisine pasaport dahi verilmiyordu. En son görüştüğü dostlarından biri olan Bedri Rahmi Eyüboğlu'na ülkeyi terk edeceğini açıkladı. Ardından bir diğer yakın arkadaşı olan Mehmet Ali Aybar'a, onun çıkardığı gazete için son makalesini teslim etti.
2 Nisan 1948 günü, Bulgaristan sınırı geçmek için anlaştığı kaçakçılarla buluşmak üzere kamyonu ve yedek şöforüyle birlikte sınıra doğru yola çıktı. Ancak anlaştığı şebekenin devlet bağlantılı muhbirler olduğundan habersizdi. O dönemin istihbarat teşilatı olan MAH, işbirliği içinde olduğu bu şebekelere, sınırı geçmek için onlarla temas kuran muhaliflerin ve özellikle de komünistlerin kendilerine bildirmesi talimatını vermişti. Sınıra yakın bir yerde, diğer şoförünü kamyonla birlikte geri gönderdi. Sonrasında, yay olarak sınırı geçeceklerini düşnüyordu. Fakat öyle olmadı. Gözaltına alındı. İnfaz edilerek ortadan kaldırılmasına yönelik gizli ve şifreli bir talimatla, bu tür görevler için orada konumlu bir askeri birime teslim edildi. Ertesi gün, sınıra yakın bir noktada boğularak infaz edildi ve verilen talimata uygun şekilde sınırın birkaç metre ötesinde Bulgaristan topraklarına gömüldü. O günlerde orada üsteğmen rütbesiyle görevli olan Nevzat Börügey, 2009 yılında yayımladığı anlarında bu infazın tüm detaylarını açıkladı. Ona göre, kendilerine verilen yazılı talimatta kurban "bir üniversite hocası" olarak tanımlanmıştı. Bu ifade ile muhtemelen son resmi ünvanı olan "konservatuar asistanlığı" kastedilmişti.[2]
Ancak o dönemde, "McCarthy" trendine ayak uydurarak ABD'ye yaranma çabası ile giderek pervasızlaşan yargısız infazlar ve katliamlar yüzünden hem içeride hem dışarıda kamuoyu baskısı altında olan hükümet, Sabahattin Ali'nin ortadan kaybolmasına ilişkin suskunluğunu fazla sürdüremedi. Zira, bu kez infaz edilen "vatan haini" hem çok ünlü hem de içeride ve dışarıda her cenahtan geniş bir çevreye sahip bir kişilikti. Tepkiler giderek yükselince, ortadan kaybolmasından 8 ay kadar sonra, Ocak 1949da, Sabahattin Ali'nin devletin kurumsal zeka seviyesine yönelik tespitlerini haklı çıkaracak türden bir açıklama yapıldı. Buna göre; "Yazarın kayboluşundan iki ay kadar sonra aynı çevrede kafası kırık bir ceset bulunmuş, ancak kimliği tespit edilememiş. Birkaç hafta önce de kendisinin anlaştığı kaçakçı, suçunu itiraf etmiş ve onu bir tartışma sonucu kafasını kırarak öldürdüğünü söylemiş. Hatta çantasını ve özel eşyalarını o zamandan beri evinde saklamış..." Tutarsızlıkla dolu bu bu amatörce kurguyu desteklemek için, daha büyük bir taktik hata yapılmış ve Sabahattin Ali'nin çantası ve özel eşyalarının fotoğrafı basınla paylaşılmıştı. Muhtemelen, kurguyu yapan sığ zeka, birilerinin hem bahsi geçen iskeleti hem de o eşyaları incelemek isteyeceğini hesaba katmamıştı. Nitekim sonrasında ne özel eşyaları ne de bulunduğu iddia edilen cesedin kalıntıları, hiçbir zaman ailesine teslim edilmedi.[3] Suçu, uydurma bir "adli vaka" hikayesi ile üzerine alan Ali Ertekin isimli polis muhbiri ise 4 yıl hapis cezası ile ödüllendirildi ve hükmünün açıklanmasından birkaç hafta sonra çıkartılan bir af ile serbest bırakıldı.
İnfaz edildiği ve gömüldüğü yer devlet tarafından henüz açıklanmamış olduğundan, Sabahattin Ali'nin günümüzde hâlâ bir mezarı yoktur.
Eserleri
Roman
- Kuyucaklı Yusuf (1937)
- İçimizdeki Şeytan (1940)
- Kürk Mantolu Madonna (1943)
Öykü
- Değirmen (1935)
- Kağnı (1936)
- Ses (1937)
- Yeni Dünya (1943)
- Sırça Köşk (1947)
Şiir
- Dağlar ve Rüzgâr (1934)
- Kurbağanın Serenadı (1937)
- Öteki Şiirler (1937)
Kaynakça
- ↑ Sabri Gürses (2013) "Sabahattin Ali: Sınırda Onegin ile Ölen Puşkin Çevirmeni"
- ↑ Nevzat Bölügiray (2009) "Geçmişten Geleceğe"
- ↑ Türey Köse (2012) "Edebiyat Parçalayan Nutuklar"